Latince öldü. Yaşasın Latince!

Remus&Romulus örneği hala emdiğimiz dildir Latince..

Nurullah Ataç (1898 - 1957), Türk Dil Devrimi’nin en ön saflardaki savaşçısıydı.

Fransızca öğretmenliği, çevirmenlik (bu arada Cumhurbaşkanlığı çevirmenliği), Türk Dil Kurumu Yayın Kolu Başkanlığı yaptı. Fransız, Latin ve Rus klasiklerinden çeviriler kazandırdı Türkçemize. Başta tiyatro olmak üzere, edebiyat eleştirmenliği ve deneme yazılarıyla tanır onu Cumhuriyet kuşağı.

Bugün Türkçenin özellikle Batı dillerinin etkisi altında giderek yozlaştığından yakınıyoruz. Nurullah Ataç; bizler gibi sadece yakınmakla kalmamış, Türkçenin bizim dilimiz olması ve kalması, yabancı dil etkilerinden arınması, arılaşması ve sadeleşmesi için “adını deliye çıkartmak” pahasına yılmadan mücadele vermiştir. Eleştiri yazılarında, denemelerinde yabancı sözcük kullanmaktan özenle kaçınmış, “dil ile düşünce arasında dolaysız bir ilişki olduğunu, somut düşünme geleneğinin doğabilmesi için kavramların saydam, hangi kökten geldiklerinin anlaşılır olması gerektiğini” savunmuştur.

Daha da ileri gitmiştir Nurullah Ataç. Şu gerçekçiliğe bakınız: “ Latince, Grekçe, Farsça, Arapça gibi (klasik) yabancı dillerin eğitimini okullarımızda zorunlu kılmak başarılamayacağına göre, (Türkçenin özüne dönmesi) bu dillerden alınan sözcüklerin Türkçeleştirilmesinden geçer.”

Türkçeleştirme çalışmaları sonucunda ortaya çıkan öz Türkçe sözcüklere (neolojizm) “uydurma” gözüyle bakılmıştır Osmanlı dönemi hayranları tarafından. Ataç şunu der bu konuda: “Uydurma dil dediler mi, bir şey söylediklerini sanıyorlar. Söyleyeyim ben size: Bu uydurma sözünü, Türkçecilik akımına karşı bir silah diye kullanmaya kalkanlardan ne dediğini bilen, şöyle gerçekten düşünerek konuşan bir tek kişi tanımıyorum. Evet, uyduracağız, bizim yaptığımız, uydurduğumuz kelimeler de yavaş yavaş halka işleyecek, eski Arapça, Farsça kelimelerin işlediği gibi. Onların yerini tutacak.”

Ataç’ın Türkçe’nin bağımsızlığı uğruna takındığı bu köktenci tutum, öz Türkçe sözcükler kullanması, yazılarında (Latincede olduğu gibi) devrik cümlelerden kaçmaması, eleştiri oklarını üzerine çekmiştir. Ama Ataç, yılmamıştır: “Oysaki ben, öz Türkçe için nice kazançları teptim, rahatımı kaçırdım, üzdüm kendimi, adımı deliye çıkardım. Hepsi de ne dediklerini bilmez, kafalarına düşüncenin gölgesi bile girmemiş birer alıktır bana deli diyenler. Öz Türkçeye özenişim de duygularımın etkisiyle değildir. Latince, (eski) Yunanca öğretilmeyen bir ülkede tek doğru yolun, tek usul (akla uygun) yolun öz dile gitmek olduğunu düşüncemle anladım da onun için o yolu buldum.”



Türk Dil Devrimi’nin (harf devrimine dönmeye gerek yok!) fikir babası Mustafa Kemal Atatürk gibi, o devrimin şahmerdanı, motoru Nurullah Ataç da yanılmadı.
İkisi de çılgın Türk’tü.
Gençler pek bilmez, ya da sadece şarkılardan türkülerden bilir. Bazı örnekler, bu öngörünün canlı tanıklarıdır:
On yıllardır “müselles”i bilen yok, sadece “üçgen” diyoruz. Muallim türkülerde kaldı, artık öğretmenlerimiz var. “İhtimal” ve “olasılık”, “imkân” ve “olanak”, “misal” ve “örnek”, “siyasî” ve “siyasal”, “hissî” ve “duygusal”ın serbest piyasa mücadelesi sürüyor. Nazır öldü, başımızda bakanlar var. Gök kuşağı’nı hepimiz biliyoruz. Ama bilen bilmeyen, eskinin “alâim-i sema”sına “eleğimi sağma” diyor.
Türk Dili’ne hizmet verenlerin ruhu şad olsun.

Latince?..

“Dillerin kraliçesi”… Öyle biliniyor.
Bir Indo-Cermen dili. Merkezi eski Roma olan Latium (bugünkü Lazio) bölgesinin sakinleri olan Latinler tarafından konuşulup yazılmış. Eski Latincenin tarihi, Milattan Önce 8. -5. yüzyıl yazıtlarına kadar uzanıyor. Latincenin “altın dönemi”ne Çiçero ve Vergil, daha sonraları ise Seneca ve Augustinus damgasını vurmuş. Roma İmparatorluğu’nun resmî dili ve dolayısıyla Batı Akdeniz havzasının genel geçer bir dili olmuş. Gündelik Latinceden, bugün “Roman dilleri” dediğimiz Romence, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce gibi diller doğmuş. Romalı yazarların, şairlerin kullandığı Latince, bir “ölü dil” olarak kalmış, ama günümüze kadar edebiyatta, bilimde, politikada ve kilise çevrelerinde hep önde gelen dil olagelmiş. Thomas von Aquin, Petrarca, Erasmus, Martin Luther, Copernicus, Descartes, Newton…eserlerini Latince olarak yazmışlar. 19. yüzyıla kadar tüm Avrupa üniversitelerinde dersler Latin dilinde verilmiş, işlenmiş; Latince, Polonya ve Macaristan’da resmî dil olmuş.
Bugün, Roman dillerinden olmayan Almanca ve İngilizcede binlerce Latince kökenli sözcük var. Özellikle bilimde (tıp, biyoloji, sosyoloji, psikoloji, hukuk, siyaset bilimi vb.) ne zaman yeni bir terime, kavrama ihtiyaç duyulsa, Latinceye başvuruluyor.
Dilsel ve kültürel gelişim açısından taşıdığı önem nedeniyle bugün -başta Almanya olmak üzere- Avrupa’nın birçok ülkesinde orta öğretimde ve üniversitelerde Latince öğretiliyor. Bazı ana bilim dalları için Latince bilgisi ön koşul.
Latince öldü, ama hâlâ yaşıyor.
Latince artık sadece Vatikan’da konuşulup yazılıyor. Bazı Avrupa ülkelerinin (başta haber yayınlarıyla Radio Vatikan) özel Latince radyo yayınları var. İnternette Latince sayfalar, Latince chat odaları bile var.
Latince ölmüş, ama uygar dünya Latincesiz edemiyor.

Biz edebildik.
Türkçemizde yüzlerce Latince kökenli sözcük var.
Vefasız olduk, edebildik.
“Masa” Türkçe değil. Latince “mensa”dan geliyor. İssota lâf yok, ama biberimiz de Latinceden (piper). Yeni Kuruş bitti. Ama “kuruş”un kökeni yine Latince (grossus = iri metelik). Mart, Nisan, Mayıs, Ağustos ayları aslında bizim aylarımız değil. “Testi”yi de (testa), “tuğla”yı da (tegula) Latinlere borçluyuz. Kiremit de, tebeşir de, kireç de bizim değil, hepsi Latinlerden ödünç. Mübarek “kandil” hakeza. Erkek oyunu tavla, Latinlerin “tabula”sı. “Tabula”nın küçüğü “tabulla” Latincede; biz de “tabela” deyivermişiz. Latinlere çorap değilse bile bir “mendil” borcumuz var. Latincedeki “temon” (arabanın oku), bizde “dümen” olmuş”. Üstüne oturduğunuz iskemle, Latinlerin “scamnulum”u. İskele, Latinlerin “scala”sı (merdiven); “Kiler”imiz, onlarda “cellarium”.Erciyes dibindeki Kayseri bile, “imparatorluğunu” Latince “Caesarea”dan tescillettirmiş. “Çelebi” Türkçe midir? I-ııhh: Latince “caelebs”den (bekâr adam) gelir. Uğur kardeşim, sen adın Türkçe mi sanıyorsun? Git , Latincede “augurium” ne demek, ona bir bak! Ya da bir konserde bir “peçete”ye istek şarkı adı yazarken, o peçeteyi bile sorgulamayı öğren…
Bunlar, bize Latinceden doğrudan gelenler. Bir de Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Farsça gibi Latince ile akraba diller üzerinden kazandığımız sözcükler var ki, binlercedir, say say bitmez: Prensip, obje , süje, dijital (digitus = parmak), portal, endüstri, vantilatör, makine, kondüktör, suflör, tiyatro, operasyon, enkarnasyon, birader (frater), “anne” anlamındaki mader (mater), peder (pater)…
Kendisi zaten güçlü, ama aynı zamanda alım gücü ve sindirim sistemi sağlam bir dil Türkçemiz.
Ama biz vefasızız. Latincenin değerini bilememiş, onu -Ataç’ın dediği gibi, ortaöğretimde zorunlu ders haline getirme şansımız olmasa bile- üniversitelerimizde bile köşeciklere sıkıştırmışız. Olsa da olur, olmasa da olur kabilinden…

Latince, öğrenmesi kolay bir dil. Öğretmensiz öğrenilebiliyor.
Yanlış okumadınız: Öğretmensiz öğrenilebiliyor.
Biz Türklere özellikle kolay. Devrik cümle her yerde caiz. İsim, fiil çekimlerindeki mantık aynen Türkçemizde olduğu gibi. Telaffuzda hiç sorun yok; o da Mustafa Kemal’in Harf Devrimi ile Türkçeye kazandırdığı“fonoloji ilkesi”ne (tek harfe tek ses) neredeyse birebir uyuyor (İstisna: “c”, “k” diye ; “ae”, “e” diye, hece başındaki “s” ise “z” diye okunacak. Yumuşak “g”, “ı” falan da yok. Hepsi bu kadar).
Bir iki önemli nokta daha:
- Latince öğrenirken -eğer Batı kökenli herhangi bir yabancı dil bilmiyorsanız-, Türkçemizi daha iyi tanıyor, onun gizemli yanlarını keşfediyorsunuz.
- Latince öğrenirken -eğer Batı kökenli herhangi bir dili herhangi bir derecede biliyorsanız- o dilleri daha da kolay öğrenebileceğinizi, o dillerin gizemli yanlarını daha da kolay keşfedebildiğinizi görüyorsunuz.
Çünkü bol bol ortak sözcük var. Dilbilgisinde (gramer), sözdiziminde (sentaks) çokça ortak yön var.
İpin ucunu bir yakaladınız mı, Latince sizi istediğiniz Batı diline kolayca uçurabiliyor.
Denemekte fayda var. Denemek isteyenler için kaynak:
LINGUA LATINA (Latince Ders Kitabı). Yazanlar: Ord. Prof. Dr. Georg Rohde ve Prof. Dr. Samim Sinanoğlu. İki cilt. İkisinin de dördüncü ve son baskısı 1976, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınlarından. Birinci cilt 242, ikincisi 243.
TBMM Kütüphanesi, Millî Kütüphane ve DTCF Kütüphanesi dışında başka yerde bulunmaz.

Farkında olalım ya da olmayalım, ölü dediğimiz Latince yaşamımızın her yerinde var:
- Tıp onsuz edemiyor. Biyoloji, zooloji, botanik de öyle. Ama ülkemizde Latince öğretimi “köşede” bırakıldığından, sözünü ettiğim bilim dallarının mensupları, sadece Latince kavram ve terimleri ezberlemek zorunda kalıyorlar. Örneğin bir hekim: Her organın, kılcal damarların, her hastalığın Latince adını ezberlemiştir. Ama Latince öğrenmeden.. Örneğin, Latince olarak “Nasılsın, iyi misin?” ya da “Seni çok seviyorum” diyemez. Bilmez. Ama her damarın Latince adını bilir..
- Daha çok bilinen bir alan, hukuk ve uluslararası ilişkiler: Burada da meslek erbabının olmazsa olmaz Latince kavram ve terimleri vardır. Ama yine çoğu ezberdir sadece. Önünün arkasının ne olduğu bilinmeden kullanılır. Örneğin“de facto” (fiilen, bilfiil), “de.jure” (hukuken”, “ex officio” (re’sen, görev gereği), “casus belli” (savaş durumu) gibi…
Ezbere kullanılırlar. MB dahil her yerde, TBMM kürsüsünde bile, “bak ben Latince biliyorum haa!” der gibi, “hava atmak” için kullanılırlar. En tipik örnek sonuncusudur. .Ben; Kardak Krizi zamanlarında bir gün meclis kürsüsünden bir milletvekilinin, “savaş ilanı gerektirecek durum” anlamındaki “casus belli”yi, “ajan zaten biliniyor”anlamında kullandığını anımsıyorum.
Latince bilmeden Latince taslayanların düştükleri çokça komik durumlar var. Anlat anlat bitmez.
Ezberlenmiştir: Veni, vidi, viçi denir (Geldim, gördüm, yendim).
Doğrusu; veni, vidi, viki’dir.
Telaffuz kurallarını yukarıda yazmıştım.
Gerisi ezbercinin, papağanın işi.

Bir dostumun armağan ettiği bir kitabı okuyorum günlerdir. Oku oku bitmiyor.
“Latince öldü, yaşasın Latince!” adı (Latein ist tot. Es lebe Latein!).
Alt başlık: Büyük bir dilin küçük öyküsü.
Yazarı: Wilfried Stroh. Eski filolog ve Latince âşığı bir Alman.
Küçük öykü dediği, yaklaşık beş yüz sayfa.
Anlattığı; ölü bilinen Latincenin günümüzde bile diri kalmış öyküsü.
Çiçero (doğrusu Kikero, Klasik Latincede Tsitsero’dur!) mucizesinden, Vergil’in büyüsünden başlayıp, Latincenin nasıl edebiyat dili ve günün birinde bir dünya dili olduğunu, Latincenin öldüğünde ve demode olduğunda “ölmezleştiğini”, kanlı canlı Latinceyi, Latincenin evrensel büyüsünü anlatıyor Wilfried Stroh. Kitabının sonuna, “tüm dillerin kraliçesi”nin neredeyse üç bin yıllık bir kronolojisini de koymuş. İsa’dan Önce 1200’lerden 2006 yılına kadar. Kronolojinin sonlarında Gorbatschow’un “perestroika”sı (yeniden yapılanma) ile bile bağlantı kurulmuş.

Wilfried Stroh, kitabının hemen başlarında, Nurullah Ataç gibi (ve tabii ki Batı dünyası bağlamında ve bizim dersler çıkarabileceğimiz anlamda) sorgulamalar yapıyor.
Sorguluyor ve diyor ki: Çocuğum okulda Latince, hatta zorunlu ilk yabancı dil olarak Latince mi öğrensin, yoksa dünya dili İngilizceyi mi?
Ve dostlarının ağzından kendisi cevap veriyor: Değmez! Bir işe yaramaz! Papa XVI. Benedikt ve şürekâsı dışında ezelden beri hiçbir Tanrı kulunun konuşup yazmadığı eski Romalıların dilini öğrenmeye değmez!
İlave ediyor ve diyor ki: Hayır, kazın ayağı öyle değil. Öldü denilen Latince, yaşamımızın her alanında yaşıyor. Roman dilleri İtalyanca, Fransızca, İspanyolca, Portekizcede yaşıyor. Bu diller “mevta olmayan” Latincenin canlı tanıkları.
Karşı görüştekilerin argümanlarını yukarıda ben anlatmaya çalıştım elimden geldiğince.
Stroh, şöyle bitiriyor sözlerini:
“Latince sevdasından vazgeçmek, onu bir mevta dil diye toprağa vermek… Olmaz! Latince, bugün değil, iki bin yıl önce ölmüştür. Ama bu ölüm, -eğer bunun adına ölüm denilebilirse- sadece, ama sadece güzellikler içindeki bir ebedî yaşamın kaynağı olmuştur… Gelin, bırakalım yaşasın Latince!”

Okudukça devam edebilirim bu konuda yazmaya.
Bugünlük yeter.

Mustafa Kemal Atatürk ve Nurullah Ataç’ın Dil Devrimi çabaları varken, “takıyye” denilen sözcük telaffuz bile edilmiyordu.
Okullarımızda Latince yerine, Arapça dal budak salıyor bugün. O da klasik ve saygın bir dildir. Ama “din” bağlamında okullaşıyor.
Avrupa Birliği’nin , “ilerleme raporları”nda bu konulardan da söz etmesi gerek.
Bölge petrolü ve diğer yer altı zenginlikleri yetmez bizi ikna etmeye. Kürtçenin bağımsızlığı da yetmez.
Bizi AB’ne aslında can damarından, Mustafa Kemal’in dediği anlamda Batıya bağlaması gereken konularda da AB’nin söylemesi gereken sözler vardır.
AB; Mustafa Kemal’in, Nurullah Ataç’ın neresindedir? Latinceye hassastır, ama bizdeki İmam-Hatip Arapçasına neden yumuşak (ılımlı) bakar?
AB, bizde Latinceye neden hiç bakmaz?
Bunları bilmek hakkımızdır.
Kaynak: http://blog.milliyet.com.tr/Latince_oldu__Yasasin_Latince_/Blog/?BlogNo=201668