İlk zamanlar bir tercüman olarak günlerin nasıl aktığının farkında bile olmadım. Hala daha günler benim farkındalığımın ötesinde bir hızla akıyor denebilir. Aslında günlük akışın bu hızda olmasını bir ölçüde ben istedim. Hayatımın bir kısmını salt-öğrenme, salt-çalışma, salt-uygulama şeklinde geçirip kalan kısmını danışmanlık, yönetim, organizasyon, ortaklıklar gibi daha relaks faaliyetler için geçirmeyi planladım bir anlamda.
Amerika'nın bile bütün projeleri masa başında tasarlandığı gibi gitmeyebiliyor bazen. Ben de az biraz yavaş kaldığımı görüyorum yol haritamın uygulanmasında. Belki ekonomik krizin de bunda etkisi olabilir ama daha çok benim kaotik yaşama hevesimin ve organizasyon eksikliğimin etkisi var sanırım. Bir tercümanın her gününü derli toplu ve rahat yaşayabileceğini hiç düşünmedim. Zaten öyle olsam tercüman olmak yerine Tercüman gazetesinde falan çalışırdım heralde..
Bir tercüman -en azından hayatının belli bir döneminde- rahat olmak istemeli mi? Kişi eğer öğrenmeyi önem sıralamasının en altlarına koymuşsa rahat olması zaten zordur belli dönemler. Elma bile kırmızı olmadan önce günlerce güneş altında kalıp yanmak durumunda.
Özellikle yeni başlayanların acele etmeleri gerekiyor dilin nüanslarını hızla öğrenmek konusunda. Tabi kendi tercüme / çeviri tarzlarını yakalamak konusunda ne kadar acele edilse boş. Çünkü bunu tamamen zaman şekillendiriyor. İster yazılı ister sözlü çevirmen / tercüman olun, tarzınızı belirlemek büyük oranda zaman içinde edineceğiniz tecrübelere kalıyor. Ama kişinin yapabilecekleri de var bu sürecin akışını hızlandırmak için. Kişisel olarak, örneğin birkaç ay şehirden uzaklaşıp kendi kendime sürekli olarak okuyup, konuşma pratiği yapayım istedim. Bu zamanı ayırabilecek kişiler kendilerine büyük iyilik yapmış olurlar. Kitabınızı kasedinizi sözlüklerinizi gazetelerinizi alıp ücra ve iletişim imkanlarından mahrum bir yerde iki ay kalmak.. Belki yarım üniversite eğitimi kadar etkili olurdu.
Boş bir adanın -gereğinden uzun kalmış olsa bile- Crusoe'ya kazandırdığı tecrübeyi düşününce, bu düşüncenin ütopik olmadığını anlıyorum. Thomas More kadar ütopik bir hayalim hiç olmadı. Hiç dört dörtlük bir gidişat istemedim. Bir şeylerin biraz eksik olması/kalması sanki bizi biz yapıyor. Huyumuzu belirliyor, karakterimize yön veriyor, günlük hareketlerimize etki ediyor. Eksiğimiz olmasaydı, huysuz biri olmasaydık... belki bu kadar gayretli de olmazdık keşfetmek ve öğrenme açlığımızı gidermek için. Eksiksizlik imkansız ama sanırım iyi olan eksiklerini birer birer kapatarak yola devam etmek çünkü üst üste iki gün eksik gidenin sonu iyi olmuyor. Bir gün eksik gidiliyorsa ertesi gün eksik giderilmeli. Başka eksikler çıkabilir.. Süreç devam eder.. Ama eksikleri biriktirip yola devam etmek büyük yanlış olur. Kaosun bu kadarı fazla.
Sözlük okumak bile istedim bazen ama iradesiz oluşum yüzünden birkaç sayfadan sonra bıraktım. Demek ki bana göre bir şey değildi. Yada alıp başımı gideyim bir yerlere altı ay dönmeyeyim istedim. Ne büyük bir değişim olurdu benim için... O cesareti bulamadım kendimde heralde.. Cesaretin gelmesini beklemek Samuel Beckett'in Godot'unun gelmesini beklemek gibi.. İradesiz insana Godot gelmiyor. İstemek, cidden istemek lazım.
İlk zamanlar çok uğraştım belgelerin arkasını, satır aralarını görebilmek için.. Şimdilerde belgelerin benimle konuştuklarını bile hissedebiliyorum. Bazen hiç bilmediğim dillerde de çeviri yapıyorum! İsveççe, Danca, Çekçe, Malayca, Fransızca vb. Belge bana bakarken içini de döküyor sanki.. Bir boş vaktim olsa da üç beş dili birden öğrensem üç beş haftada diyorum. En azından yazılı tercüme yapmaya yeterli seviyede öğrenebilirim üç beş dili kısa bir sürede. O kadar kolay geliyor ki şimdi bakınca..
Çeviri yapmanın bana kazandırdıklarını belki ilk olarak 98 veya 99'da LES sınavına hiç çalışmadan ve hatta kalemim bile olmadan ansızın girip Türkçe paragraf sorularını bir hamlede sadece birkaç yanlışla yaptığımda anladım. Yanlışlar da fazla bilmenin eseri! Paragraf analitiğini müthiş öğrenmiştim bir kaç sene içinde. Cümleler önümde kendilerini göstermek ve anlatmak için sanki arz-ı endam ediyorlardı.. E hal böyle olunca cümleyi anlamak da kolay oluyor, paragrafı çözmek de...
Bir de İngilizce gazeteleri okurken öğrencilik yıllarımda yaşadığım zorlukları yaşamıyor olmak beni şaşırtmıştı çeviri yapmaya başladığım ilk yıllarda... O kadar zaman merak etmiştim bu dili nasıl olup da iyi öğrenirim diye.. Cevaplar aslında siz beklemediğiniz zamanda geliyor. Pat diye daldan düştüğünüzde anlıyorsunuz olduğunuzu. O ana kadar başınıza geçen güneşten (tabi geçiyorsa) zamanın akışının farkına bile varmıyorsunuz...
Amerika'nın bile bütün projeleri masa başında tasarlandığı gibi gitmeyebiliyor bazen. Ben de az biraz yavaş kaldığımı görüyorum yol haritamın uygulanmasında. Belki ekonomik krizin de bunda etkisi olabilir ama daha çok benim kaotik yaşama hevesimin ve organizasyon eksikliğimin etkisi var sanırım. Bir tercümanın her gününü derli toplu ve rahat yaşayabileceğini hiç düşünmedim. Zaten öyle olsam tercüman olmak yerine Tercüman gazetesinde falan çalışırdım heralde..
Bir tercüman -en azından hayatının belli bir döneminde- rahat olmak istemeli mi? Kişi eğer öğrenmeyi önem sıralamasının en altlarına koymuşsa rahat olması zaten zordur belli dönemler. Elma bile kırmızı olmadan önce günlerce güneş altında kalıp yanmak durumunda.
Özellikle yeni başlayanların acele etmeleri gerekiyor dilin nüanslarını hızla öğrenmek konusunda. Tabi kendi tercüme / çeviri tarzlarını yakalamak konusunda ne kadar acele edilse boş. Çünkü bunu tamamen zaman şekillendiriyor. İster yazılı ister sözlü çevirmen / tercüman olun, tarzınızı belirlemek büyük oranda zaman içinde edineceğiniz tecrübelere kalıyor. Ama kişinin yapabilecekleri de var bu sürecin akışını hızlandırmak için. Kişisel olarak, örneğin birkaç ay şehirden uzaklaşıp kendi kendime sürekli olarak okuyup, konuşma pratiği yapayım istedim. Bu zamanı ayırabilecek kişiler kendilerine büyük iyilik yapmış olurlar. Kitabınızı kasedinizi sözlüklerinizi gazetelerinizi alıp ücra ve iletişim imkanlarından mahrum bir yerde iki ay kalmak.. Belki yarım üniversite eğitimi kadar etkili olurdu.
Boş bir adanın -gereğinden uzun kalmış olsa bile- Crusoe'ya kazandırdığı tecrübeyi düşününce, bu düşüncenin ütopik olmadığını anlıyorum. Thomas More kadar ütopik bir hayalim hiç olmadı. Hiç dört dörtlük bir gidişat istemedim. Bir şeylerin biraz eksik olması/kalması sanki bizi biz yapıyor. Huyumuzu belirliyor, karakterimize yön veriyor, günlük hareketlerimize etki ediyor. Eksiğimiz olmasaydı, huysuz biri olmasaydık... belki bu kadar gayretli de olmazdık keşfetmek ve öğrenme açlığımızı gidermek için. Eksiksizlik imkansız ama sanırım iyi olan eksiklerini birer birer kapatarak yola devam etmek çünkü üst üste iki gün eksik gidenin sonu iyi olmuyor. Bir gün eksik gidiliyorsa ertesi gün eksik giderilmeli. Başka eksikler çıkabilir.. Süreç devam eder.. Ama eksikleri biriktirip yola devam etmek büyük yanlış olur. Kaosun bu kadarı fazla.
Sözlük okumak bile istedim bazen ama iradesiz oluşum yüzünden birkaç sayfadan sonra bıraktım. Demek ki bana göre bir şey değildi. Yada alıp başımı gideyim bir yerlere altı ay dönmeyeyim istedim. Ne büyük bir değişim olurdu benim için... O cesareti bulamadım kendimde heralde.. Cesaretin gelmesini beklemek Samuel Beckett'in Godot'unun gelmesini beklemek gibi.. İradesiz insana Godot gelmiyor. İstemek, cidden istemek lazım.
İlk zamanlar çok uğraştım belgelerin arkasını, satır aralarını görebilmek için.. Şimdilerde belgelerin benimle konuştuklarını bile hissedebiliyorum. Bazen hiç bilmediğim dillerde de çeviri yapıyorum! İsveççe, Danca, Çekçe, Malayca, Fransızca vb. Belge bana bakarken içini de döküyor sanki.. Bir boş vaktim olsa da üç beş dili birden öğrensem üç beş haftada diyorum. En azından yazılı tercüme yapmaya yeterli seviyede öğrenebilirim üç beş dili kısa bir sürede. O kadar kolay geliyor ki şimdi bakınca..
Çeviri yapmanın bana kazandırdıklarını belki ilk olarak 98 veya 99'da LES sınavına hiç çalışmadan ve hatta kalemim bile olmadan ansızın girip Türkçe paragraf sorularını bir hamlede sadece birkaç yanlışla yaptığımda anladım. Yanlışlar da fazla bilmenin eseri! Paragraf analitiğini müthiş öğrenmiştim bir kaç sene içinde. Cümleler önümde kendilerini göstermek ve anlatmak için sanki arz-ı endam ediyorlardı.. E hal böyle olunca cümleyi anlamak da kolay oluyor, paragrafı çözmek de...
Bir de İngilizce gazeteleri okurken öğrencilik yıllarımda yaşadığım zorlukları yaşamıyor olmak beni şaşırtmıştı çeviri yapmaya başladığım ilk yıllarda... O kadar zaman merak etmiştim bu dili nasıl olup da iyi öğrenirim diye.. Cevaplar aslında siz beklemediğiniz zamanda geliyor. Pat diye daldan düştüğünüzde anlıyorsunuz olduğunuzu. O ana kadar başınıza geçen güneşten (tabi geçiyorsa) zamanın akışının farkına bile varmıyorsunuz...